UMUT, DİYARBAKIR VE BAŞKA ŞEYLER
Özgür ŞENSES

UMUT, DİYARBAKIR VE BAŞKA ŞEYLER

Bu içerik 14053 kez okundu.

Korkunç bir baş ağrısı ile yarım yamalak uykumdan uyandım, doğrulup balkondan dışarıya bakarak sabahın temiz havasını ciğerlerime kadar çektim. Bir süre boş manasız bakışlarla koşuşturan insanları, araçların tenha yoldan hızla geçtiğini, günlük rutin ile insanların sorunlarla boğuşmalarını izliyorum... Kısır döngü bu; "İşten eve, evden işe."

 İş yorgunluğu ve stresi insanın içine bir kurt gibi düşüyor, kişiyi yavaş yavaş kemirip dermansız bırakıyor. Kurdu salmak için, kendimizi tedavi etmenin tek yolu; zaman kavramını unutup gizemli şehirlerde gezmek... İçimdeki ses durmadan "Her dem iş olmaz!" deyip beni dürtüyordu. İçeri girip anneme: "Ben gidiyorum" dedim. Annem bana hak vererek yıllardır beni bekleyen tozlu bavulumu vestiyerin tepesinden indirdi. Bavulun ağzını açarak "Gideceğin yerde temkinli ol, tanımadığın kimseye güvenme" dedi ciddiyetle. Öyle ki kurtlar sofrasındayız, elini veren kolunu kaptırır misali... Derin bir nefes alarak "böyle de olmaz ki, bu insanlar; İnsana güvenmeyecek de kime güvenecek?" Annem; "Her insan, insan değil oğlum. Medyada akıl almayacak onca olay görüyoruz. Daha iki gün önce Ankara’da sekiz yaşındaki Eylül Yağlıkara'yı bir elektrik direğinin dibinde gömülü olarak bulundu. Üç yaşındaki Leyla'dan iki haftadır haber alınamıyor. Oğlum, medyada gösterilen bir, iki. Bizim görmediğimiz, duymadığımız onca buna benzer olay vardır elbet..." Haliyle dönüp dolaşıp annemin sözlerine geliyordum, hayat ilerledikçe daha fazla kafamı karıştırıyor, insanları gittikçe daha az seviyorum, hayvanları ise daha fazla sevmeye başlıyorum...

 Bu satırları yazarken altı yaşındaki Ufuk Tatar'ın Hatay'ın bir semtinde kaybolduğu haberini işittim. O an içimde bulunan güvenin tamamını kaybettim, ki bu benim için belki de en kötüsü...

Yüzüme gergin bir tebessüm yayıldıktan sonra bu hengamenin içinde, bugün Diyarbakır'da bulunacağım için bir hoşluk doldurdu içimi... Diyarbakır'a çocukluğumdan beri gidiyorum lakin uzun bir süre konaklama, eşsiz lezzletli yemeklerini tatmayı, sokak sokak ayaklarımın ağrıyana kadar gezmeye hiç fırsatım olmadı. Emile Zola'nın "Hiçbir şey zekayı seyahat etmek kadar geliştirmez." sözüne inanarak yollardayız... Nice kötü günleri arkasında bırakan vilayete varmış bulunmaktayım. Buralarda bir kısım hâlen aynı ihtişamı ile duruyor, diğer bir kısım ise hızla betonlaşıyor... Karadeniz bölgesinde bulunan yeşilliklerin bir kısmı bu bölgelerde olsa hava sıcaklığı düşer, temiz oksijen alma olasılığımız yükselirdi...

Kısa tatilimin ikinci gününde çetrefilli iş hayatımı arkamda bırakmış olarak kendimi otelin serin havuzuna bıraktım. Şehrin en işlek caddesinin birinde yıllanmış 120 odalık bu otelde bir ben mi konaklıyordum? Odalar, salonlar, havuzlar münhal! Ya da az önce baktığım liste fiyatlarından mı kaynaklanıyordu bu dinginlik kim bilir?

Odalarda bulunan minibar fiyatlarından birkaçı: 200 ml'lik kola 5 tl₺

Çikolatalı gofret 5 tl ₺

Enerji içeceği 10 tl₺ vb. gibi.

Bu saydığım meşrubatları bir marketten alsan 5 tl ₺ tutmaz (!)

 

Otelden çıkıp yürüyorum. Sıcaktan sessizleşen sokaklar; bir dönem beyaz filamayla ekmek almaya giden insanları getiriyordu hafızama...  Dağkapı’ya giden minibüsü beklerken sırtımdaki yük gitikçe ağırlaşıyor, hava sıcaklığı düşüyordu. Dağkapı meydanında mihrabı zengin çinilerle bezenmiş, beyaz taştan yapılmış ve çiniler üzerinde geometrik bordüler bulunan Nebi Camisi karşılıyor beni. 350m bir mesafeden sonra Ulu Cami'ye varıyorum. 1379 (Bin üçyüz yetmiş dokuz) yıldır ezanın dinmediği, 1.040.000 (Bir milyon kırk bin) cilt kitap bulunan bu şaheser Ulu Camiye içimdeki güzellikle bakıyorum... Avlu dikdörtgen şeklinde, sekiz adet sütun üzerine inşa edilmiş bu caminin ortasında şadırvan, şadırvanın çaprazında sekiz asırdır zamanı gösteren güneş saati öyle meydan okuyor ki yıllara...

Camiden çıkıp yürüyorum. Esnafları, kahveleri geçip müzelere doğru sallanıyorum. Şair Ahmet Arif'in 150 yıllık konağına adım atıyorum. Odasında; el yazısıyla yazdığı şiirleri, bu bölgelerde birçok şairlerle çektirdiği fotoğrafları, daktilosu, gözlüğü, kalemi ve mektuplarını hayranlıkla inceliyorum. Bahçe bölümünde estetik duran oturma gruplarından birine, ceviz ağacının tam altına oturuyorum... Belki Şair Ahmet Arif'in oturduğu masadayım, ayak izine denk düşmüşümdür kim bilir?

“Hasretinden prangalar eskittim” dizesini mırıldanarak yönümü Cahit Sıtkı Tarancı'nın Müzesine doğru çeviriyorum. Diyarbakır'ın geleneksel konut mimarisinin tüm özelliklerini taşıyan görkemli eve girerken, Şair Cahit Sıtkı Tarancı'nın heykeli karşılıyor beni. Yamacına oturup: "Sen gitikten sonra ülke karanlığa büründü, yer yarıldı lakin bir milim aydınlanmadı. Ah be Cahit, canice çocukların canına kıyan insanlar senin "Memleket İsterim" adlı şiirine denk gelip okusaydı, belki de bu canilikten vazgeçer mısralarındaki güzelliği dilerdi..."

Müzelerden sonra hız alıp, camiiden tamamen bağımsız olan dört ayaklı minareye varıyorum. Dört tane kalın ve sade sütun üzerine inşa edilmiş bu minare öyle acılı olaylara tanıklık etmiş ki... Dört Ayaklı Minare'ye bakmak acı dolu hikâyeyi taşıyan kadının suretine bakmak kadar dertli.

Diyarbakır'ın labirent gibi daracık sokaklarında gezmek, mekân keşfetmek oldukça haz veriyordu. Suriçi'nin Balıkçılarbaşı'nda Yoğurt Pazarına girdikten sağdaki ilk sokakta, eski demirci esnafların arasına gizlenmiş Sülüklü Han, gittiğim hanların belki de en iyisiydi. Mekanın etrafı bazalt taşlarla bezeli, ortasında asırlık dev bir dut ağacı, Han'ın boş çatısını kaplayan dalların gölgesinde reyhan şerbetini yudumlarken kendimi piyano resitalinin içinde buluyorum... Tarihi hissettiren bu mekanda telefonlara cevap vermeyeceğim, yazı yazmayacağım, dışarı çıkmayacağım sözü veriyorum kendime. Önüme gelen közde leziz menengiç kahvesinin keyfini sürene dek...

Zaman kavramını unutup, tarihle iç içeyken eski dostum Ozan, beni alıp Dicle Vadisi'nin gürül gürül aktığı nehrin yamacına getirdi. Ozan birikmiş anılarını anlattıktan sonra son çayımızı yudumladık, ardından umutla beklediğimiz üç yaşındaki Leyla'dan dakikalar önce haber yayımlandı "Leyla'dan acı haber: Dere yatağında ölü bulundu." Sureti hâlen aklımda, geriye fotoğrafı ve mavi boncuklu kolyesi kaldı. Kendisiyle birlikte umudu da götürdü bizden. Elimiz cebimizde yıldızların altında yukarıya doğru yürüyoruz. On gözlü köprünün tam ortasında nehrin usul usul aktığı, her şeyin insani olmaktan çıktığı şu karanlık günlerde “insan”a rast gelesiniz dostlar...

Sende Yorumla...
Kalan karakter sayısı : 500
ali şenses     2018-08-09 sevgili ve kadim kardeşim bir makale ancak bu kadar güzel ve akıcı olur hele tarihe yön vermiş bu değerli üstadlarımızıda güzel satılarına ekleyişin makaleye bambaşka bir güzellik katmış.güzei insan yazıların gerçekten büyük bir zevkle okuyorum. başarılarının devamını diliyorum.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİRX
"MERCEK-22" OPERASYONU: 1790 SİLAH ELE GEÇİRİLDİ
YURTDIŞI ÇIKIŞ HARCI HAKKINDA DUYURU
YURTDIŞI ÇIKIŞ HARCI HAKKINDA DUYURU