Her bir yurttaşın ayak bastığı, görmek istediği ilk güzergâhlardan biri de Gülistan Caddesidir. Bu sebeptendir ki mimarisi bozuk dükkânların kiraları ateş pahası. Geçmişten bugüne insan topluluğunu yitirmeyen bu caddedeki banklardan birine oturdum. Sokakta yürüyenlere uzunca baktım, insanlar saatlerce durmuyor muhtemelen daha şık, daha lüks ve daha üst mevkilerde olmanın hayaliyle koşuşturuyorlar... Bankın sağ kısmındaki mini saksıda duran, kısa boylu çam ağacının altında henüz olgunlaşmamış yeşillikleri yavaş yavaş yüzeye çıkaran toprakta; küçük, narin, kışın bahara kaybolduğu bir can başını gün ışığına çıkarmaya çalışıyordu. Dondurucu bir mevsimden sonra hasret kaldığımız ılıman, güneşli bir günün çıkardığı iyimser yanıydı belki de canlıların. Toprak sertti, ağırdı. Bu incecik ve dokunsan kırılacakmış gibi duran can, o sertliği, ağırlığı nasıl kaldırmıştı?
Yaşamı iliklerine kadar teneffüs eden insanlar, hayvanlar ve bitkiler. Zarif yeşilliklerin içinde telaşlı karıncalara bakarken bugünlerde okuduğum bir kişisel gelişim kitabında adı geçen Walt Whıtman'ın dizesini hatırlattı;
"Hayvanlara bakıyorum da ben de hayvanlaşıp onlar gibi yaşayabilirim diyorum, hepsi kendi aleminde, huzur içinde... Durumlarından sızlanmazlar, kan ter dökmezler, karanlıkta gözleri açık oturmuyorlar ve ağlamıyorlar günahlarına, Tanrı'ya olan borçlarını konuşup midemi bulandırmıyorlar, hepsi hoşnut, hiçbirinin mal hırsıyla gözü dönmüş değil, ne biri diğerinin önünde diz çöker, ne de binlerce yıl önce yaşamış kendi türünden birinin, hiçbiri dünyanın en mutsuzu değildir ya da en saygı değeri."
İnsanlar, hele bu seçim zamanında çok patavatsızlar, çok vurdumduymazlar, karşısındakilerinin bir insan olduğunu, kalbinin kırılabileceğini, nezaketli davranması gerektiğini, pamuklara sarması gerektiğini bilmiyorlar!
Uzunca bir zaman 'haber okumama" sözü verdim kendime, e tabi tutunabilirsem ne âlâ. Bu sabah kahvaltı yaparken bir göz atayım dedim yine kafam bulandı. Haberin sürmanşet bölümünde kayyumdan önceki Eş Belediye Başkanı, aynı zamanda Belediye Başkan Adayı Sabri Özdemir vardı. Uzunca fotoğrafına baktım. Yalnızdı, kolunda sımsıkı kenetlenmiş iki emniyet memuru... O kareye bakan kişi mutlaka bu sözleri mırıldanmıştır: Bu adam, bu kadar velvele yaratacak ne yaptı?
- Adam mı öldürdü?
- Batman Petrolsporu destekleyerek yolsuzluk mu yaptı?
- Başkasının malına el mi koydu?” Ne yaptı bilmiyorum ama bu tür olayların insanın huzurunu kaçırdığını, canını sıktığını ve elindekinden de ettiğini biliyorum.
Bir insana “senden nefret ediyorum” mesajını vermek için senden nefret ediyorum cümlesini kurmanız gerekmiyor. Ya da seninle buluşmak istemiyorum, seninle ilişkimi bitirmek istiyorum, senden boşanmak istiyorum ana fikir bu ama bunu söylemek, bunu karşınızdakine ifade etmek için binlerce yol var. Bunu nasıl ifade ettiğiniz ve bunu nasıl gösterdiğiniz de sizin kim olduğunuzla ilintili bir şey. Bir toplumda nezaket en yüksek noktada olduğu sürece kimse arasında bir problem olacağını düşünmüyorum.
Doğaldır ki önceden medyada olan bitene arada bir öfkem dahi oluyordu ama bugün baktığımda daha tahammüllü olmayı ve sükût içinde izlemeyi yeğliyorum, şu yazdıklarımla bu kuralı çiğniyor muydum? Ama böyle bir ülkenin rejiminden ne kendini ayırabiliyorsun ne de tamamen içinde olabiliyorsun bu kasvetli ortamın.
Gökyüzüne yüzümü dönünce güneşin olağanüstü güzelliği güzergâhın demir parmaklık biçiminde olan beton binaların arasında bir kayboluyor, bir görünüyor... Güneşin önünde yerini alan kedi bitkilerin rayihasına dalmış uyuyor, o da insanlardan benim gibi bir nezaket bekliyor mudur?