Bugün 11 Ağustos. Hava olağanüstü sıcak, Kurban Bayramı’nın ilk günü. İlk kez bir bayramı ailemden, akrabalarımdan uzak yaşıyorum… Sahi, bayramlar da kaldı mı ondan da kaygılıyım. Pazar sabahının sessizliğiyle Batman Havalimanı’na ilerlerken içimde halen var olan çocukluk günlerimin hevesle beklediği bayram günlerini anımsıyorum. Sabahın alacakaranlığında babamın bayram namazına yol aldığı, annemin ise gelecek olan misafirleri için yaptığı ağızda dağılan pirinç pilavının ve tencereden yayılan yumuşacık kırmızı etlerinin kokusu bütün evi sardığını ve tatlı bir telaşla mutfak içinde koşuşturduğunu gözlüyorum. Güneş, mutfak penceresinin önünde nazlı nazlı yükseliyor.
Annemin kadim radyosunda pek de keyif aldığı Ciwan Haco’nun yeni albümü; Off’dan tok sesli tınısıyla “Welatê Min” (Memleketim) adlı parçası çalıyor. Parçada yaşadığı şehrin özlemini yâd ediyordu. Annemin eşlik ettiği bu ezgiyle bayramlıklarımızı giyiyoruz, bir gün öncesinden sakladığımız şeker poşetlerimizi yastık altından çıkartıp babamın bayram namazından gelmesini bekliyoruz. Biraz sonra hiç dinmeyecek olan kapı zili ilk kez çalıyor. Babam kocaman gülen yüzüyle beni iki eliyle havalandırıp öpüyor, ailecek bayramlaşıyoruz… Ceketinin iç kısmından henüz insan eli değmemiş beş liralık deste paraları çıkartıp ikişer tane uzatıyor her birimize. Tabii o zamanlar Türk Lirası para değerini kaybetmemiş. Zil tekrar çalıyor, daha önceleri de böyle içten mi açardım kapıyı? Bu sorunun yerini bayramlaşmaya gelen bir grup cevaplıyor, hep bir ağızdan şen bir sesle “bayramınız kutlu olsun” belki de tek bu cümleyi işitmemdi beni mutlu eden, kapıyı hevesle açmam.
Batman Havalimanı’na varmış bulunmaktayım. Şu sıralar gündemde olan uçuşların yetersizliğine dikkat çeken İş dünyası, STK’lar ve Sanatçıların uçak sefer sayısının 8’den 3’e indiği 600 bin nüfuslu Batman halkının mağduriyetini vurgulamaları pekâlâ iyi. Lakin gözden kaçırdığımız bir husus daha var. O da sömestr tatili veya resmi bayram dönemlerinde bilet fiyatlarının bir an yükseltilmesi durumu da can sıkıcı değil mi? Bu düşüncelerle havalanıyoruz… Canım kentime uçağın kavisli, oval penceresinden belki de son kez içimden akan güzellikle bakıyorum. İnsanlar dertli, vilayet tozlu.
Batman Havalimanı’ndan İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’na 13.30’da varıyorum. Yüksek tavanlı, uzun ve etrafımda her yaşta insanla sarılı olan bu havalimanının labirent gibi koridorlarında İbrahim Turan’ı bulmak epey zaman alıyor. 14.30’da kalkması gereken Milas-Bodrum uçağı yarım saat rötar yapıyor. Rötar olayı keyfimizi kaçırıyor! Bunun kasıtlı yapıldığından kuşku duyuyorum… Zira her bekleyen yolcu, bekletildikçe yaptığı harcamalar da artıyor.
Bir saat yirmi beş dakika süren yolculuktan sonra Milas-Bodrum Havalimanı’na varıyoruz. Saat 16.25 güneş palmiye ağaçlarının tepesine vuruyor, rüzgâr yüzümüzü okşuyor. Milas’tan Gümbet’e yol alıyoruz… Takside İbrahim’le birer fare yavrusu kadar sessiz ve yorgunuz. Şoför, mahmur bir edayla bayram şekerliğini uzatarak “mutlu bayramlar” diliyor. Bayram geleneğinin hassasiyetle ilerlemesi ne güzel. Radyoda gelişigüzel bir melodi beni geriye götürüyor. Tezek kokusuyla büyüdüğümüz dar sokakların bir kaldırımda, ev yapımı biber salçalı ekmekleri iştahla tükettiğimiz günleri hatırlıyorum. Sokak oyununun en popüler oyunu olan dokuz aylığı haylazlığımızdan ve dinmeyen gürültümüz yüzünden çoğu kez yarım kaldığını ve yetinmeyip Kamile yengenin düztabanlı terliği şaka yoluyla kafamıza fırlattığı zamanlar; saniyeler kadar çabuk uzaklaştı yanımdan.
17.20’de otele varıyoruz, resepsiyon düzgün İngilizce aksanı ile bizden önceki müşterilere bir şeyler anlatıyor. İnsanlar böyle güzel konuşmayı nerden öğreniyor? 116 numaralı odamıza geçiyoruz, soluklanıyoruz. İbrahim, spor haberlerine kulak kabartmışken ben de oteli keşfe çıkıyorum. Etrafı palmiye ağaçları ve begonvillerle çevrili olması beni mutlu ediyor. Denize sadece iki dakikalık yürüme mesafesi olan bu otelin müşterileri açık havuzu tercih etmelerini garip karşılıyorum. Otelden uzaklaşıyorum… Dar, hengâmeli yolları aşıp egenin muhteşem suyuna varıyorum. Yorgun bedenimi denize bırakıyorum, bir müddet denizden çıkmıyorum. Açılıyorum, uzaklaşıyorum hem kendimden, hem de düşlerimden… Başka bir ülkede, başka bir zamanda yaşıyor gibiyim, burası çok güzel.
Uzaklardan görünen beyaz, pencere pervazları ve kapıları maviye boyamış bir ya da iki katlı küp küp evler, küçük bakımlı sebze bahçeleri ve çamaşır ipinde asılı olan çocuk pijaması beni hüzünlü bir biçimde iki katlı, meyve ağaçlarının gölgesinde çocukluğumun geçtiği eve ışınlıyor.
Annem, her zaman ki gibi kazma, kürek ve elinde olan genç fidanları ile bahçeye dalıyor. Bahçesine bir bebeğe bakar gibi bakıyor, haftada iki ya da üç kez suluyor, bu sevgiyle dallar hızla büyüyor, ev penceresinin içine erişiyordu. Zaman geçiyor, insanlar değişiyor, meyveler gelişiyordu. Hasat zamanı üzüm bağları, nar ve incir ağaçlarının tepkisine bir çocuk gibi seviniyordu. Gururla “hiçbir emek zayi olmaz” deyip salkımdan sarkan üzümleri kesiyor, komşulara en iyi olgunlaşan meyveleri ikramda bulunmayı unutmuyordu.
Plajda keyifle havlayan köpeğin sesini işitince dağılıyor bu sefer dikkatim. Toparlanıp otele gidiyorum. Bir buçuk saat sonra ortam rakı ve gitar muhabbetine dönmüştü bile. Aralarından pek civan, tok ve dokunaklı sesli birinin “Nasıl geçti habersiz/ O güzelim yıllarım/ Bazen gözyaşı oldu/ Bazen içli bir şarkı” sözü otel koridorlarında yankılanınca öylece kala kaldım. Parça hem coşkulu, hem de ilginç biçimde hüzünlü. “O güzelim yıllarım” yakarışı bir yandan yüreğimde kök salmış çocukluk hislerime yeniden can veriyor, diğer yandan satın alınamayan, akıp giden bu zamanın yitirilmişliğini anımsatıyor.